12 Mart 2015 Perşembe

UYUMAYAN ŞEHİR! BARCELONA, BARCELONA...




Uzun bir aradan sonra seyahat özlemi tekrar yazma dürtüsü hissettirdi içimde...
Neredeyse 1 sene olmuş ve erteleye erteleye Avrupa'da yaşanılası şehirlerin başında gelen Barcelona yazımı gittikten neredeyse 3 sene sonra anca yazabiliyorum, şahane!

Roma'dan Marsilya'ya döndükten sonra yine yerimde duramıyorum ve Ogan kardeşlerin de orada olmasını fırsat bilerek atlayıp Barcelona'ya gidiyorum..
Bilet: Marsilya'dan Air France ile ya da, bagaj almayacağım diyorsanız Ryanair ile çok cüzi bir rakama gidebilirsiniz... Arabayla ise 5 saat. İstanbul üzerinden hemen hemen tüm havayollarının buraya uçuşu mevcut...
Havaalanından şehire gitmek için hemen çıkışta bulunan otobüsleri kullanabilirsiniz. Kişi başı 7 euro civarındaydı ve çabucak Plaza Catalunya'ya vardık. Buradan La Rambla üzerinde bulunan otelimize yerleşiyoruz. Bu cadde üzerindeki otel fiyatları ortalamanın üzerinde ve burada kalmanızı tavsiye etmiyorum. Çünkü şehir gerçekten uyumadığı gibi uyutmuyor da... İnanılmaz sesli bu cadde üzerinde kalıp o kadar para vereceğinize etraftaki sakin sokaklardan birini tercih edin çünkü Roma'da olduğu gibi burada da enerji ve rahat bir yürüyüş ayakkabısı en çok ihtiyacınız olan şey.
Sırada yol boyunca hayalini kurduğum tapaslar ve sangria var ve bunun için La Rambla bizi bekliyor.
La rambla ortasında yürüyüş yolunun bulunduğu, sağından ve solundan trafiğin aktığı ve yine kenarlarında kaldırımların bulunduğu bütünlüğe verilen genel ad imiş...
Cadde üzerindeki Plaça Reial içerisinde bulunan küçük cafelerden birine oturup sangria ve birkaç tapas söylüyoruz. Bu meydan cıvıl cıvıl...
4 kişi içtiğimiz 1 sürahi sangria bizi baya baya çakır keyf yapmaya yetiyor. Sangira: 20 euro, tapaslar 5-15 euro arasında değişmekte. Patatas bravas favorim.
Her gezimde olduğu gibi burada da taksi ya da toplu taşıma kullanmadan şehir turumuza başlıyoruz.
La Rambla'dan yukarıya doğru yürüdüğünüzde çıktığınız Plaza Catalunya üzerinden haritayla ya da haritasız rahatlıkta İspanya'nın dehası Gaudi'nin yaptığı bir çok esere kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
Açıkçası ben tüm yazımı katedral, müze gezerek geçirdiğim için baymış olduğumdan hiçbirinin içine girmek istemedim. Ama Gaudi'nin yaptıkları bir harika dostum=))
Önce Casa Mila daha sonra Sagra da Familia...
Gaudi'nin 1883 yılında devraldığı ancak 1926 yılında bir tramvayın altında kalarak ölmesi sonucunda yarım kalan bazilikası... Halk arasında bitmeyen kilise olarak da bilinmekte. Gaudi'nin karmaşık mimarisinin bitmemesinde etkisi büyük ve tepesinde duran vinç de oradan gitmeye niyetli gibi değil bence... Tek tek incelendiğinde her bir ayrıntı mükemmel... Tüm Avrupa'daki birbirinin aynı katedralleri düşününce bu adamın eserinin tamamlanması gerçekten de çok zor bence...
MAKA MAKA
Ben seyahatlerimde yolun beni götürdüğü yere gitmeyi tercih edenlerdenim. Ve belli bir rotaya bağımlı kalmadan La Rambla üzerinden sahile doğru yürüyüoruz bu sefer. Evet bu meydan sizin çıkış noktanız olsun çünkü şehrin kalbi gerçekten de burası.
Barceloneta'ya doğru giderken şanslıysanız kurulmuş olan sokak pazarını yakalayıp yerel zeytin, peynir ve hala bayıla bayıla giydiğim espadrillerden ya da el yapımı deri maskelerden bulabilirsiniz.
Espadriller 10/20 euro arasında değişmekte. Ancak ülkenin ekonomisini düşünün ve pazarlık payınız olduğunu unutmayın, zira sokaklar dilenen genç İspanyollarla dolu ve para kazanmaya gerçekten ihtiyaçları var. Plajda vakit geçirmek isterseniz şezlonglar 3/5 euro aralığında ve sahilde taze meyve, mojito, sangria satan seyyar göçmenler bulunmakta... Denizi eh... Çünkü sahil inanılmaz kalabalık.
Burada tesadüf eseri bulduğumuz ve yıllardır dilimizden düşmeyen Maka Maka bence Barcelona'nın ta kendisi... Bu kadar güzel, sıcak ve rahat bir mekan olamaz. Sangria'sı efsane ve sizi gerçekten İspanya'da hissettiren Biscolata garsonları da cabası=)) 2. gidişim günübirlik bir cruise seyahati olmasına rağmen kızlarla ilk durağımız yine burası olmuştu=) Ortalamanın biraz üzerindeki fiyatlarını hakeden bir ortamı ve güleryüzlü çalışanlarıyla burası benim gönlümü fethetti.
Akşama meşhur Barcelona geceleriyle devam ediyoruz.  İnci'ciğimin
couchsurfing arkadaşı Pau ile buluşmak üzere yine Plaça Reial içerisindeki küçük bir rock puba geçiyor orada biraz demlenip  El Borne'deki küçük mekanlardan birinde geceye devam ediyoruz. Fiyatlar İstanbul'la kıyaslandığında çok makul bence... Hızımızı alamayıp Plaza Catalunya'ya paralel yer altında 2 üstünde 2 katı bulunan bir mekanda geceyi sonlandırıyoruz, çünkü yorgunuz. Yoksa dediğim gibi bu şehir U-YU-MU-YOR!

Ertesi gün meşhur Paella deneyimi için meydandaki Hard Rock cafenin yanındaki cafelerden birine oturuyor ve siparişimizi veriyoruz. Ben Paella sevenlerden değilim ve gerçekten beğenmemiştim. Yanındaki şahane şarap bile yemeği kurtaramadı benim gözümde. Deniz mahsüllü Paella bana aşırı koktu ve yiyemedim. Her ülkede bir takıntım vardır ve burada da karnımı Patatas Bravas ile doyurdum. Fiyatları 10/15 euro civarında ama tabiki tadılmalı. Tapasların porsiyonları bazı mekanlarda oldukça küçük sipariş verirken bunu göz önünde bulundurmayı unutmayın.

Sıradaki istikamet Parc Güell...
Meydandan geçen otobüslere sorarak buraya gitmeniz yine çok kolay ancak biraz uzun sürüyor. Değiyor mu? Bence kesinlikle görülmeli... Manzara şahane.. Mozaikler göz alıcı.
1900 yılında tabiki Gaudi tarafından yapımına başlanmış ve 1926 yılında park olarak ziyarete açılmış. Sahibi Güell aslında ticari bir amaçla burayı yaptırmış ancak projeden ev alan olmadığından ve Güell 1918 de öldüğünden mirasçıları projeyi belediyeye satmışlar. Bence pek de iyi yapmışlar=)
Girişte soldaki küçük ve tepesinde haç olan yapı Hansel ve Gratel'in evi. Sağdaki zehirli mantar şeklindeki kubbesi olansa cadının...Buranın girişi sanırım paralıydı ama ben bir ücret ödemeden gezdim... Nedenini bilemiyorum=)) Gaudi'nin 20 yıl yaşadığı evi de bu parkın içerisinde ve girişi 5,5 euro... Ben ona da bir ücret ödemedim sanırım şanslı günümdeydim. İçerisinde Gaudi'nin yaşam alanı ve tasarladığı objeleri görmeniz mümkün.
Bunların haricinde futbol severler Camp Nou'yu görebilir, benim vaktim kalmadı ve çok da umurumda olmadı açıkcası... Şehrin göbeğindeki Torre Agbar İspanyolların sevmediği kadar var bence.. Bu güzelim şehrin siluetine yakışmayacak cinsten gereksiz bir yapı...
Parc de la Ciutadella ise Barcelona'nın en popüler ve eski parkı. Hayvanat bahçesini ziyaret etmek isterseniz ücreti 16 euro. Biz içerisine girmeyip çevresinde bir turlamıştık.

Hediyelik eşyalar için birçok yer bulabilirsiniz ve fiyatlar makul. Ben hala bayıla bayıla kullandığım bir set mutfak önlüğü, fırın eldiveni ve mutfak bezine 10 euro vermiştim. Magnetlerse Roma'daki gibi sokak satıcılarından alınabilir. Sangria için doğru adres yerel marketler.
İspanya'nın meşhuuuuur acı biberleri içinse istikamet La Rambla üzerindeki Mercat de la Boqueria.
3 sene önce alıp buzluğa attığım küçük acı biberleri hala kullanıyorum desem.
Taze sebze,meyve, deniz mahsülleri ve daha birçok şey... Bu pazar benim için bir cennet...
Barcelona yaz yaz bitmez bir şehir benim için... 2.gidişimde de aynı hazzı aldığım nadir şehirlerden ve fırsat varsa senede 2-3 kez gidilse bıktırmaz. İnsanları, sokakları, gece hayatı, tarihi yapıları ve Sangriası ile bu şehir görülmesi gerekenler listemin 2. sırasında...






14 Şubat 2014 Cuma



Roma die uno non aedificata est!
Yani, ''Roma 1 günde inşa edilmedi'' . Zaten bu şehrin ne 1 günde inşası ne de 1 günde gezilmesi mümkün değil.
İtalya gezdiğim birçok ülke ve şehir içinde nedense kendimi en ait hissettiğim yer oldu hep. Hele ki Roma! İstanbul'u hiçbir şehre değişmem derdim, ama Roma...
Temmuz'un ilk haftası Roma'yı gezmek için iyi bir fikir değil, kabul ediyorum.. Ancak takdir edersiniz ki gezgin, gezip gördükçe araştırmaya, daha çok bilgi toplayarak gideceği şehre hazırlanmaya başlıyor bir zamandan sonra. Roma benim acemi gezginliğim dönemine denk gelmiş. Yazıyı gittikten 1,5 sene sonra yazarken anlıyorum ki; yapılacak, gezilecek, not alınacak çok fazla şey varmış bu tarih kokan şehirde.

Gelelim seyahate... Günlerden Temmuz'un 9'u ve Alitalia'nın İstanbul- Roma (Fiumicino) seferindeyim. Alana indikten sonra şehre gidiş için farklı alternatifleriniz var. Leonardo Ekspress tren yolculuğu ile yarım saatte 14 €, otobüslerle ise bir saatlik bir yolculuk sonunda 6/9 € aralığında bir ücretle merkeze ulaşmanız mümkün.
Ben ilk seyahatlerimde saçma sapan lüksler kullanmıştım ki bunlardan biri de otelin hava alanı transferiydi. 
''Hotel Adriano'' şehrin göbeğinde diyebileceğim merkezilikteydi. ( www.hoteladriano.com)
Çalışanlar çok ilgili, hizmet ve otel muazzamdı. İtalya'nın en sevdiğim yanı birine bir şey sorduğunuzda herkesin sabır ve ilgiyle sizi yanıtlamasıdır. İnsanlar sıcak ve yardımsever. 
En azından gittiğim bölgelerde benim karşıma hep bu tip insanlar çıktı.
Otele yerleştikten sonra tabii ki pizza&şarap ve şehre bir göz atmak için yollara dökülüyorum.
 Dediğim gibi çok araştırmadan başladığım gezimde ilk karşıma çıkan yer; Piazza Navona. Bernini tarafından yapılan ve 4 kıtayı temsil eden ''Fontana dei Quattro Fiumi'' yani 4 nehir çeşmesi, bu meydandaki en göz alıcı sanat eseri. Buradan İspanyol Merdivenleri'ne doğru yol alıyorum. Aşk çeşmesine dilek paranızı attıktan (ben atmadım) sonra seyyar karavan satıcılarından dilerseniz bira ya da dilerseniz şarabınızı alıp merdivenlere yayılın, dinlenin. Çünkü Roma geziniz yeni başlıyor ve ihtiyacınız olan çok rahat bir yürüyüş ayakkabısı ile bol bol enerji.
 Roma içinde ulaşım metro ve otobüslerle de mümkün ancak trafik o kadar büyük bir kaos ki taksi düşünmeyin bile. Bu sebeple ben tüm gezimi yürüyerek tamamladım. Sadece bir kere metro kullandım. Gezi esnasında gireceğiniz müzeler ve şehir turu otobüslerinde geçerli olan Roma passcard  ( http://www.romapass.it/p.aspx?l=en&tid=2) 34 € gibi bir fiyata kullanabileceğiniz büyük bir avantaj aslında. Çünkü giriş ücretleri zaten € bazında olduğundan bizim için çok pahalı. Ben Roma pass kullanmadım çünkü almaya karar verdiğimde ertesi sabah dönüyor olacaktım.
Alışveriş tutkunları, İspanyol merdivenlerinin etrafındaki tüm sokaklara girip çıkabilirsiniz. Özellikle marka merakı olanlar ünlü markaların mağazalarının meydanın çevresine serpiştirilmiş olduğunu görecekler. İtalya'ya her gittiğimde, taze makarna ve parmesan peyniri almak için uğradığım marketler dışında yurt dışı alışverişi sevdam hiç bir zaman olmadığından, buralarda çok vakit geçirmedim. Buradan Colosseo' ya geçmek istedim ancak dışarıda öyle bir sıra vardı ki bunu ertesi güne erteleyip otelde biraz dinlenmeye karar verdim. Hava o kadar sıcaktı ki; gün içerisinde bira, şarap, su, soda, tekrar bira, tekrar şarap... 3-5 lt sıvı tüketmişimdir diye tahmin ediyorum. 
Akşam yemek için dışarı çıktığımda aklımda planlanmış herhangi bir restoran yoktu. Ben genelde önerilere pek itibar etmeden dışardan baktığımda beni kendine çeken restoranları tercih ederim. Ve hislerimde pek de yanılmam, genelde memnun ayrılırım buralardan. Bu sefer seçtiğim restoranda da bir makarna fiyatı dışında, gerçekten memnun ayrıldım. Her zamanki gibi rokalı parmesanlı, karidesli pizzamı söyledikten sonra arkadaşım seçimi şef garsonumuza bıraktı. O da deniz  mahsüllü bir makarna tavsiye etti normal olarak:) Makarna gerçekten enfesti ama sıkı durun, o lezzete ödenen fiyat 50 € idi! Çünkü yarım bir ıstakoz makarnanın içerisinde yatmaktaydı. Yine de kötü yemeğe ödenen 1 € bile zararken iyi yemeğe ödenen her kuruş haktır diyerek buradan ayrıldık. Daha sonra otelin yakınlarında başka bir restoranda 1 şişe İtalyan beyazını bitirdikten sonra ertesi gün için enerji depolamaya doğru odalarımıza yol aldık. Roma'da gece hayatı nedir ne değildir bu yazıda o bilgileri bulamayacaksınız çünkü yorgunluktan en geç 00.30/ 01.00 aralığında uyumuş oldum hep.

Ertesi gün ilk istikamet Vatikan!
Otelden çıkıp bu sefer dünün aksine sola doğru yürüyoruz ve ortalama 20 dakika sonra Vatikan'dayız. O ne kalabalık, o ne izdiham, ne sıra... Türk olmanın verdiği iş bitirici! zekamı kullanarak o sırayı beklemeden içeri girdim tabi ki. Çünkü beklersem tüm günümü yemiş olacaktım. Sıraya kaynadım, bir şey sorar gibi yaptım ve ta taaam Basilica San Pietro'nun içindeyim. Kızlar, eğer yazın gidiyorsanız içeride omuzlarınızın açıkta kalması yasak, yanınıza bir şal yahut bir hırka alın. Yoksa kapıda 10 € 'ya satılan saçma fular-şallardan almak zorunda kalacaksınız.
İçerisi dev, içerisi bir şölen. Nereye baksam hangi fresklere, hangi heykellere baksam başım döndü. Anlatmak mümkün değil. Heykellerin işçiliği, o zamanlar bu işçilik? Yok yok gidip görün anlayacaksınız ne demek istediğimi.


Buradan çıkıp Vatikan Müzesine geçiyoruz, çıkışta benim az önce sıyrıldığım sıranın 2 metre ilerlemiş olduğunu görüp, ''saygısızlık yaptın ama doğru karardı'' diyorum kendime gülerek. Vatikan müzesi gerçek bir sanatsever için yarım gününü geçirmesi gereken bir arşiv. Aklınıza gelebilecek her sanat eserinin yüzlerce, binlercesini burada bulmanız mümkün. 

Giriş ücretinin 20,5 € civarında olduğunu da eklemeliyim sanırım. Müze çevresinde acıkan karnımızı doyurmak için bir yer ararken gördüğümüz muamele, bu çevrenin biraz snob ya da hizmetten bir haber olduklarını hissettirdi bana. Ama her kötü tecrübenin bir iyi sonu vardır diye düşünürken, içimi aydınlatan klasik bir İtalyan restoranıyla karşılaşmam bir oldu.

Her zamanki pizzamdan ve şarabımdan söyleyip gölge altında güneşin tadını çıkardım. Buradan metro ile Colosseo'ya doğru yola çıkıyorum. Şans eseri bu sefer daha az bir sıra olmasından faydalanıp içeri giriyoruz. Buraya ilk girdiğinizde hissedecekleriniz size kalmış. Gladyatör ya da Spartacus gibi film/dizileri izlediyseniz bu meydan size film/dizideki sahneleri hatırlatacaktır. Buranın tarihini ve hikayelerini daha önce dinlediyseniz 40 dakika bile gezmek, hatta çıkıştaki dükkandan alışveriş yapmak için yeterli bence. Giriş ücreti: 11,5 €.


Colosseo çıkışının hemen yanında Roman Forum'u göreceksiniz.Tavsiyem içeri girip dolaşmanızdan yana. Burası antik Roma' nın geliştiği merkez bölgesi imiş. İçeri girmezseniz Colosseo çıkışı sağa dönün. Buradan kendinizi aşağıya doğru sallandırdığınızda Venedik Meydanında bulunan 1985 yapımı Altare della Patria ya da diğer deyişle Vittorio Emanuele II abidesini görmeniz mümkün. Merdivenleri biraz fazlaca olsa da terasında bira içmeye değer bir manzaraya sahip. Çok yorulup terlediğiniz yol boyunda göreceğiniz çeşmeler serinlemenize ve susuzluğunuzu gidermeye yardımcı olacaktır. Ben bir ara yıkanmış kadar oldum gerçekten. Ve 10 dakika geçmeden kurumuştum.



Yemekler ve restoranlar hakkında çok fazla öneride bulunmayacağım ama fırın denilen yerlerin dilim pizzalarının her zaman daha iyi olduğunu söyler İtalyan arkadaşlarım. Fiyatlara gelince bütün pizzalar 12/ 20 €, makarnalar malzemesine göre 8/20€, tatlılar 6 €, kahve 2-3 €, bira 2-5 € ve şarap çeşidine kalitesine göre 15/+ € aralığında. 
Otelin meyveli yoğurt ve tatlılardan oluşan kahvaltısını beğenmediğim için ben genelde kahvaltımı da dışarıda bir panini ya da pizza ile yaptım.


Tavsiyelerim: Motor ehliyetiniz varsa ve gerçekten iyi sürücüyseniz motor kiralayıp şehrin kimselerce gidilmeyen ve turistik olmayan bölgelerini de muhakkak turlayın. Bisiklet ve vespa üzerindeki takım elbiseli iş adamları sizi şaşırtmasın, herkes bizim gibi son model arabalarıyla işe gidecek değil ya. Kadınların o çok bakımlı, erkeklerinse o çok yakışıklı halleri pespayeye döndüğünüz Roma gezisinde moralinizi bozmasın.


Unutmayın siz turistsiniz ve onların günlük hayatlarında yapmadıkları birçok şeyi 2-3 güne sığdırmaya çalışıyorsunuz (Onları Sultanahmet'te hayal edin mesela  aynı şey).
Dondurma için mutlaka midenizde yer ayırın. Ben pizzaya saldırınca sadece 2 kere dondurma yiyebildim. Ama tadı damağımda.
Yemek siparişi verirken tercihi garsona bırakmayın, sonuçlarına katlanırsınız. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Roma'ya özel değil yani.
Oteliniz merkeze yakın olursa işiniz benimki gibi kolaylaşır ancak bu seçim bütçenizle doğru orantılı. Gittiğim otelin şu anki fiyatlarına bakınca söyleyebilirim ki küçük, güvenli ve temiz bir otel de işinizi görebilir. Sonuçta gerçekten otelde harcadığınız vakit sadece uyumak için. Ne kahvaltı yapıyor, ne uzun uzadıya vakit geçiriyorsunuz.
Gidemediğim ama gidilmesi gereken yerler: Pantheon Tapınağı, Castel Angelo, Villa Borghese, Trastevere bölgesi. 
Hediyelik konusuna gelince İtalya'da aldığım en ucuz hediyelikleri Roma'da buldum. Zira her kilisenin, her müze, ya da tarihi eserin önünde bir göçmen 10 tanesi 5 € ya da 10 €'ya anahtarlık, magnet ve bilumum süs eşyası satmaktaydı. Bunları bilin ve gidip 5€ vermeyin bir magnete. Malum € şu anda çok değerli bizim için=)


Günlerden 14 Şubat ve ben size sevgilim Roma'yı anlattım. Siz de benim anlattığım Roma'yı sevgilinizle gidin yaşayın bence. Ölmeden mutlaka görülmesi gereken yerlerde ilk sıralara koydum bu güzel, ''AVM'' 'siz, tarihi korunmuş şehri.










10 Ocak 2014 Cuma

VENEDİK



Söyledikleri üzere tam anlamıyla bir ''sevgiliyle gitmeli'' şehiri bence Venedik... O kadar ki arkadaşınızla gitmeyin atmosferden etkilenip aşık olabilirsiniz=))
Venedik benim için plansız, sürpriz bir gezi oldu. Biz Marsilya üzerinden Air France ile Marco Polo hava alanına geçtik ancak siz de Thy'nin direk uçuşuyla bu şehre rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Uçuşumuz sonrası bu sular altındaki şehirde beni en çok meraklandıran ulaşım olmuştu ki bunun hiç de karmaşık olmadığını gördüm. Alandan çıkar çıkmaz San Marco ve diğer adalara uğrayan vaporettolar 10'ar 15'er dakika arayla hareket ediyor. Aslında biraz pahalı ama ilk gezimden sonra bir kere de arabayla geldiğimde verdiğim otopark ücretinden sonra bedava geldi vaporetto ücretleri. Evet 4 saat için 42 euro gibi bir rakam ödemiştim geçen Mart ayında iş için tekrar gittiğim Venedik'deki otoparka.
Hatırladığım kadarıyla vaporetto fiyatları tek yön 7 €, gidiş dönüş alırsanız da 13 € idi. Şuradan güncel olarak kontrol etmeniz de mümkün. http://alilaguna.it
Hava alanından San Marco'da kalacağımız Hotel A La Commedia'yı bulmak üzere yola çıkıyoruz. Aslında San Marco'da kalmak, hele hele benimki gibi bir otelde kalmak benim yurt dışı gezi anlayışıma biraz ters çünkü burası merkez olduğundan fiyatlar uçuk. 2 gece için ödediğimiz rakam 750 € idi maalesef. Bence Venedik'te bir otele bu fiyatları ödemek biraz saçma zira otelde geçirdiğiniz vakit zaten kısıtlı, gezmekten otele dönesiniz pek gelmiyor.
Gelelim adaya ilk bakışa... San Marco büyülü, ve her İtalya şehrine yakışır ihtişamda bir meydan. Tarihi ile ilgili çok fazla bilgi vermeyeceğim size çünkü dilediğiniz yerden ulaşabilirsiniz. Biraz araştırın. 
Girer girmez valizimi bırakmadan bir restoran buluyorum, İtalya'da bilinenlerin dışındaki başlangıçlar bence zayıf. Gerçi bazen onların başlangıçları benim ana yemeğim de olabiliyor, bilemiyorum. Bildiğimden vazgeçmeyip ilk öğünümü incecik hamurlu pizzadan yana kullanıyorum. Fiyatlar 12/20 € aralığında, malzemesine göre değişiyor.
Oteli bulmak hem karmaşık hem de çok kolay çünkü San Marco'da hangi sokağa girseniz bir şekilde yolunuzu buluyorsunuz. Yerleştikten sonra adayı iyice geziyor akşam yemeği için biraz dinleniyorum. 
Akşam yemeği için restoran seçeneğiniz oldukça geniş ama ben her gezimde olduğu gibi sokak arasında saklı kalmış iyi restoranları keşfetmekten yanayım. Bu seferki o kadar gizli kalmış ki ne ertesi akşam ne de Venedik'e ikinci gidişimde o restoranı bir daha bulamadım :) Hem içerisi, hem fiyatları hem de yemekleri inanılmazdı. 
Yemek sonrası meydanda birer drink almaz mıydınız:) Tabi ki alırsınız çünkü meydanda 4 ayrı orkestra sırasıyla klasik müziğin bilindik bilinmedik pek çok eserini sizin için çalıyor. Üstelik sadece içtiğinizi ödüyor hatta bir şey içmeyecekseniz de oturmayıp ayakta izleyebiliyorsunuz. 4 ayrı restoranda çalan 4 orkestra 2'şer eser çalıp birbirlerine sıra veriyorlar. Saygı...   
Aylardan Mayıs, hava hafif serin... Ancak bu romantik müzik ziyafeti için biraz titremeye değer bence. Şampanyanızı alıp kendinizi bu büyülü şehrin güzelliklerine bırakın. 
Ertesi sabah otelden aldığımız info ile diğer adalara doğru gezmek için yola çıkıyoruz. Cam işleriyle dünyaca meşhur Murano ilk durak. Bu atölyeyi gezmek aslında 8 € imiş ancak biz otele ödediğimiz kallavi ücret karşılığı bu tura bir ücret ödemedik. Atölyedeki cam ustasının yaptığı at figürüyle ağzımız bir karış açık satış bölümüne yönlendirildik. Satış bölümü uçuk hediyelik eşyalarla dolu. Fiyatlar inanılmaz. Bir vazo bile benim total Venedik bütçemden pahalı diyebilirim :) Bu sebepten çok oyalanmadan aşağıdaki daha basit ufak tefek takılar satılan bölüme geçip bir adet boncuk camdan oluşan deri bir bileklik seçtim kendime. 
Severim şehirlerden hatıralar toplamayı çünkü. Ama adam bilekliği bileğime ayarlamadan fiyatı söylese daha iyiydi tabi. 22 € basit bir cam bileklik a dostlar!



Burano

Murano 'dan Venedik 'te beni en çok etkileyen yere, yani Burano 'ya geçiyoruz. Burano'da ömrümü geçirebilirim. O kadar güzel o kadar renkli, o kadar içimi ısıttı ki bu ada.

Burano, Venedik Lagünü içinde yer alan adalardan bir tanesi. Venedik'in 11 km. kuzeyinde yer alan 3500 nüfuslu küçük bir adası aslında. Renkli evleri ve dantelleri ile meşhur. Evlerin hikayesine gelince; adanın erkekleri akşam eve sarhoş döndükleri için yanlış kapıyı çalmasınlar diye evler kadınlar tarafından farklı renklere boyanırmış. Hatta bu renkleri unutmamaları için tekneleri bile evleri ile aynı renge boyanmış.
Burano girişindeki dantel dükkanı
Burano dantelinin özelliğini ise balık ağlarını onarırken geliştirmişler. Özel bir dokuma yöntemiyle işlenen bu dantelleri her aileden bir kişi mutlaka ustalıkla yapmaktaymış. Adanın meydanında San Martino kilisesi ve eğrik kuleyi görebilirsiniz. Günden güne eğrilen bu kule bir zamanlar deniz feneri olarak da kullanılırmış.İtalya'nın da kaderi bu herhalde:) Buraları turlarken özellikle meydanda dantel dükkanlarını da görebilirsiniz. Dantel işine hiç merakım olmadığından oyalanmadım açıkçası. Burası bir balıkçı kasabası ve ben burada balık yemek için bulunuyorum deyip hemen öğle yemeği için bir restoran seçtim kendime. Ev yapımı şarap harika, balık nefis, hava güneşli ve ben burada dünyanın en mutlu kadınıyım...


Akşam üzerine kadar birkaç adayı daha geziyorum. Zaten vaporettoların durduğu tüm adalarda inin ve hepsini bir turlayın bence. 
Şehrin büyüsünü, kokusunu sindire sindire kapı zillerine, kiliselere, evlerin ve sokakların dokularına, iplere dizilmiş çamaşırların bile ne kadar güzel durduklarına hayran hayran bakarak gezimi tamamlıyorum. Rengarenk meşhur maskeleri, meydanlarda satılan manalı aşçı önlükleri, magnetler, hediyelikler, genç aşıklar, yaşlı aşıklar, tabi ki her yerde olmazsa olmaz sempatik Japon turistler, Türk turistler, şahane pizza, şarap ,tiramisu, kahve, limonçello ve çok daha fazlası...

Venedik yapımı sandığınız ama Venedik el yapımı olanların fiyatlarını gördüğünüzde neden aslında Çin yapımı olanları almanız gerektiğini anladığınız maskelerimi, magnetlerimi topladıktan sonra San Marco'da son bir tur... Bu sefer sıra mutfak alışverişimde. Parmesan, taze makarna, Bellini, limonçello, pesto sosu, hatta kedi dili bisküviler, maskarpon peynirleri... Bu da benim seyahat amacım, yeme içme alışverişi olmazsa olmazım. Ancak Venedik'in bunun için doğru adres olmadığını sonraki İtalya gezilerimde daha iyi anladım çünkü burada 11 €'ya aldığım Bellini'yi Brescia'da 3 €'ya aldım, bilginize...

Bir sonraki Venedik seyahatim yaklaşık bir sene sonra... Bu sefer aylardan Mart ve hava buz gibi. Yine o romantik şehir, yine o büyülü hava...






20 Aralık 2012 Perşembe

Bir Gezen, Bir Gören, Bir Tadan... Özetle Bir Bilen...: ST TROPEZ/CANNES/NICEMarsilya'ya gidip bu bölg...

Bir Gezen, Bir Gören, Bir Tadan... Özetle Bir Bilen...: ST TROPEZ/CANNES/NICE Marsilya'ya gidip bu bölg...: ST TROPEZ/CANNES/NICE Marsilya'ya gidip bu bölgeleri görmeden  döndüyseniz henüz Cote d'Azur bölgesinin kıyısından köşes...




ST TROPEZ/CANNES/NICE

Marsilya'ya gidip bu bölgeleri görmeden 
döndüyseniz henüz Cote d'Azur bölgesinin kıyısından köşesinden geçmemişsiniz demektir... Nice ya da Marsilya havaalanına iner inmez bir araç kiralayın ve bu bölgeyi gezin. Otobüsler de mevcut tabii ancak benzinin bizim ülkemizdeki gibi pahalı olmadığı bu ülkede arabayla gezmek çok daha kolay ve rahat bir yöntem.
1 haftalık ilk Marsilya seyahatim güzel bir döneme denk geldi. Hava güzel, dönem film festivali dönemi... 
Biz de bu durumdan istifade sabah 10 gibi yollara döküldük. İlk istikamet St. Tropez... Fransız Riviera'sında bulunan, yazları zengin,sosyetik ünlü isimleri ağırlayan St. Tropez çok da gitmek istiyorum dediğim bir yer değildi aslında ama adettendir gidelim dedik. Şehirde sadece limanı gezdiğimden ötürü bana soranlara Girne liman daha güzeldi bence diyebilecek kadar da etkilenmedim. Bunda bir magnetin 6€ olmasının da payı büyük tabii. Arka sokaklardaki şarap dükkanları ve şekerlemeci dükkanı, Brigitte Bardot posterleri, o meşhur film ''Ve Tanrı Kadını Yarattı'' kartpostalları  dikkatimi çekenler arasındaydı. Limanda satılan yağlı boya, kara kalem resimlerse beni benden aldı gerçekten. Ancak tahmin edersiniz ki fiyatları da sizi sizden alacak kadar etkileyiciydi. Bir restoranda şarap molası verdikten sonra rotamız Cannes...

St. Tropez üzerinden aracınızla 1 saatten az bir sürede buraya varmanız mümkün. Cannes alabildiğine kalabalık çünkü film festivali zamanı...Akşamüzerine doğru geldiğimiz bu efsane şehirde acıkıyor  ve klasik yemeklerden makarna, et, salata gibi siparişlerimizi verdikten sonra birşeyler içmek için köşedeki o cafcaflı kafelerden birine oturup vakit geçiriyoruz. 
 
Akşamki kırmızı halı seramonisi, insanların çığlık çığlığa birilerini görebilme ve fotoğraf çekebilme arzusu tavan yapmış durumda..Yapay bir hayranlık hali söz konusu.Tabi festival fotoğrafçıları da sizin peşinizi bırakmıyor, sürekli fotoğrafınızı çekiyorlar. Cannes'a festival sonrası tekrar gelebilme fırsatı bulduğumda, festival zamanında eğer katılan bir filminiz yoksa buraya gelmenin saçmalık olduğunu düşünmüştüm. Çünkü Cannes' ın hiç görmediğiniz sakin yüzü, festival zamanından çok daha etkileyici. Ara sokaklardaki temalı restoranlar görülmeye değer. Rengarenk ve cıvıl cıvıl. Akşamki festival partilerinden birine katılabilmeniz ancak davetiye ile söz konusu. Ama sempatikliğinizi kullanarak bir partiye dalmanız da şans meselesi. Marinadaki kat kat tekneler güzel partilere ev sahipliği yapmakta. Buradan partileri ve topuklu giydiğimiz için ayaklarımızı zorlayarak gece 12 civarında ayrılıyoruz.



Nice'e doğrudan Air France ve Thy uçuşlarıyla ulaşmanın yanı sıra Marsilya'dan trenle ve otobüslerle de gelebilirsiniz.
Sözünü ettiğim Cote d'Azur bölgesinde en çok aklımda kalan ve ah keşke konaklamalı bir gezi ayarlasaydım dediğim tek şehir Nice oldu. Caddelerin temizliği, sabahın köründe insanların Promenade des Anglais boyu köpekleriyle yürüyüşe çıkmaları, plajların cıvıltısı... 
Nice o kadar güzel bir şehir ki, Fransa'da gördüklerim arasında ''ben burada yaşarım'' dediğim tek yer... Anlatmakla bitiremem çünkü hem 4 saat kadar kalıp hem bu kadar etkilenmenin bir açıklaması da olamaz bence...
Sabah geldiğimiz şehirde arka sokaklar, ana caddeler, plajlar yani vaktimizin yettiği ne varsa hepsini gezdik. Şarap dükkanları kalbimi bıraktığım yerlerdendi. Zaten Nice de Fransa Riviera'sındaki bir çok şehir gibi şaraplarıyla ünlü bir şehir ve Bellet şaraplarıyla bilinmekte. Beyaz ve rose şarapların en güzellerini bu şehirde de tatmanız mümkün.


Plajlar ve insanların rahatlığıysa imrenilecek ve Türkiye'de mümkün olamayacak kadar gerçek dışıydı.
 Çünkü burada Caddebostan sahilde denize girmekle eşdeğer bir plajda insanlar tüm rahatlıklarıyla kimseyi umursamadan anın tadını çıkarıyorlar. Denizin soğukluğundan söz etmeme gerek var mı bilemiyorum. Ancak daha önceki yazımda da belirttiğim gibi bu bölgede deniz buz gibi ve tertemiz...
Alışveriş tutkunlarına not: Avenue Jean Medecin görülmesi gereken yerlerden. Vintage tüm Fransa'da olduğu gibi burada da çok yaygın. 2. el Louis Vuitton, Hermes , Dior gibi markaların yeni sezonundan ziyade vintageları yoğun bir şekilde ulaşılabilir kapsama alanınızda...
Nice'i yazarken kar yağışının iliklerimize kadar işlediği bu Aralık gününde sımsıcak bir özlem duygusuna kapıldım... Ve ölmeden 2. bir kez görülmesi gerekenler listeme bir şehir daha ekledim.

3 Aralık 2012 Pazartesi










MARSİLYA...

İlk yurtdışı seyahatimi yaptığım Marsilya benim için karmakarışık bir deneyim oldu. Önce tersten başlayıp Mart başında Pegasus Havayollarından gidiş dönüş uçak biletimi 230 tl gibi makul bir ücrete satın aldım. Marsilya'ya Pegasus ve Air France'in direk uçuşları bulunmakta. Ama Cote d'Azur bölgesini dolaşacaksanız Nice üzerinden de buraya varmanız mümkün. Zaten bu bölgede tüm şehirler arasındaki en uzak mesafe araba ile sadece 2 saat...

Seyahat tarihim 11 Mayıs idi ve 10 gün sürecekti. Pasaport işlemlerimi Nisan ayında başlattım. Tıkır tıkır işleyen yeni sistemle pasaportum
2 gün içerisinde bana ulaştı. Daha sonra şu bizi gerim gerim geren vize işlemleri...

Benim şansım, tur şirketinde çalışan arkadaşımın aracı kurum ne istiyorsa eksiksiz olarak bana söylemesi ve beraberce hazırlamamız oldu. 10 sene evvel Almanya'dan yediğim reddin verdiği kaygıyla evraklarımı Fransa 'nın aracı vize işlemcisi olan ''VFS GLOBAL'' şirketine teslim ettim. 2 iş günü sonra telefon edip vizemin çıkıp çıkmadığını sorarken kalbim güm güm atmaktaydı ama olmuştu... 3 aylık ilk vizem pasaportumun temiz sayfalarında yerini almıştı işte... Bundan sonrası yaz tatilimi süsleyecek olan 3 ülke 12 şehirdi:))

Şehre vardığım ilk gecenin sabahı şık bir sahil bölgesi olan Cassis'le Marsilya turuma başladım. Cassis, şarapları, sahili ve kibirli Fransız garsonlarıyla ilk günümde beni gerçekten etkiledi.
Fransa’nın en eski bağcılık bölgelerinden biri olan Cassis' de, (M.Ö. 600 yılında) Finikeliler’in gelişinden bile önce şarap bulunmaktaymış.
Cassis
E bizde ortalamaya göre pahalı olan 15€' luk 1 şişe rose Cassis şarabımızı aldıktan sonra deniz kenarına iniyoruz. Burada herkes o kadar rahat o kadar umursamaz ki bizim tabirimizle baya halk plajı... Tarih henüz Mayıs ayı ortaları olduğundan ben denize ayağımı bile sokamıyorum zira Cote d'azur bölgesinin denizinin soğukluğu malumunuz...

Akşama doğru çilekli tartla yaptığım kahvaltının eksikliği yavaş yavaş hissedilmeye başlıyor ve acıkıyorum.
 Ne yesek diye araştırırken ''Moules & Frites'' önerilenlerin arasında başı çekiyor. Hemen bir restoran buluyoruz ve Fransa seyahatim boyunca beni muhakkak bulacak olan ukala garsonlardan birine siparişimizi veriyoruz.
Öncelikle 1 şişe yerel Cassis şarabı söylüyoruz, bu sefer ki beyaz. Daha sonra başlangıç için istiridye, midye ve deniz salyangozu gibi çiğ ürünlerden oluşan soğuk deniz tabağı siparişi...

Benim için ilginç bir deneyim... Tabakta en çok sevdiğim ise deniz salyangozuydu diyebilirim. Sonrasında gelen ''Moules & Frites'' ise Güney Fransa'nın en beğendiğim yemeğiydi. Gittiğim restoranlarda sıkıştığım anda kurtarıcı yemeğim oluverdi bir anda... Fiyatlardan söz edecek olursak moule frite: 12/15€, şarap: 15/30€ euro ve soğuk deniz mahsulleri tabağınız ise: 40/70€ arasında değişen bir skalaya sahip. Cassis'te Marsilya'daki ilk günbatımıyla günümüzü tamamlıyoruz.


Notre Dame de la Garde
Ertesi gün istikamet Prado Beach... Burada da Cassis'te ne yaptıysanız yapmanız mümkün. Güneşin tadını doyasıya çıkarın. Ancak sahilde güneşlenirken şarabınızı içemiyorsunuz çünkü burada alkol tüketimi yasak!

Plaj sonrasında tepede bulunan ve Marsilya'nın simgesi haline gelmiş olan Notre Dame de la Garde mutlaka gezilmeli. Şehrin neresinden bakarsanız bakın bu kilisenin tepesindeki altın varak kaplı olan Meryem Ana ve kucağındaki İsa heykelini görmeniz mümkün. Ben altın kaplı olduğunu öğrenince Türkiye'de olsa kol bacaktan başlayıp yavaş yavaş erite erite götürürlerdi bu koca yapıyı demiştim. Bu kiliseye aşağıdan yukarı çıkan otobüslerin son saati 17.00-18.00 aralığında..
Bandol Şarapları
Gittiğim dönemin de şansıyla ertesi günümüzü bir diğer plaj La Couronn ve yine şaraplarıyla beni kendine aşık eden Bandol'de geçiriyoruz. Bandol sahilinde ünlü markalar ve pahalı restoranların yanı sıra bütçenize uygun yerler bulmak da mümkün. Evimde hala açmaya kıyamadığım için sakladığım Bandol Rose şarapları ise mümkünse 3-5 şişe stoklanmalı.

Marsilya turuma sokaklarla devam ediyorum. Çok yoğun bir insan trafiğinin yaşandığı Vieux Port'ta ara veriyor, önce çikolatalı krebimi yiyor daha sonra Le pointu'da şarabıma kaldığım yerden devam ediyorum. Seyahatim şarap üzerine kurulu... Zaten su ve şarap fiyatlarını kıyasladığınızda şarap almak daha makul geliyor benim gibi şarap severlere. Daha sonra meşhur Marsilya sabunlarının bulunduğu sokaklara dalıyorum ama alerjik olduğum aklımdan çıkıyor. Bu sokaklar gerçekten buram buram sabun kokuyor.

Hediyelik alabilecek kadar dayanabiliyor ve çıkıyorum. Sokaklarda beni en çok etkileyen şeyler kapılar. Sağ tarafta da gördüğünüz üzere rengarenk kapılarıyla beni benden aldı buradaki dükkanlar. Bunların haricindeyse sokaklar çöplerle dolu. Zaten bu şehir Fransa'nın varoşları olarak da tabir edilmekte...

Aix en Provence şehri muhakkak görülmeli ancak, orası benim gözümde ayrı bir blog konusu... Merak edenler için arkadaşım İnci Ogan benim hislerimle birebir bir blog yazmış bile... Siz de buradan bilgilere ulaşabilirsiniz. http://inciogan.blogspot.com/2012/11/temmuzun-son-pazar-ve-sarap-fuar-aix-en_25.html?spref=fb


Château d'If


Limandaki turumun ardından ufak teknelerle denizin ortasında bulunan Château d'If e doğru yol alıyorum. Kişi başı 6€ bot fiyatı ve dönüşünüzü de içermekte. 1524 yılında inşa edilen bu şato, 17. yüzyılda devlet hapishanesine dönüştürülmüş. Görülmeli dediğim yerlerden... İnsanın içinde garip duygular uyandırıyor mahkumların kaldığı zindanlar...Alexandre Dumas’ın romanı Monte Cristo Kontu'yla üne kavuşan Château d'If şehrin en güzel manzaralarından birine de sahip bence...



Tabi ki gece hayatı da mevcut buralarda ancak benim gittiklerimin arasında en beğendiğim yer Mama Shelter... Bir yandan ödüllü şeflerin bulunduğu mutfaklardan birinde yemeğimi yerken diğer yandan dj'in çaldığı hoş müziklerle kendimi Marsilya'nın büyüsüne kaptırabiliyorum. Hem dekorasyon, hem menü, hem de atmosfer olarak beni etkileyen nadir mekanlardan... Tavandaki tebeşir yazılarını silgiyi elime alıp silmemek için çok direndim bunu da eklemeden geçemeyeceğim...
Limanda bulunan Barberousse 'a uğranıp bir kaç rhum shot atmadan da geceyi sonlandırmayın derim...
 
 
Gezim boyunca birçok yer gördüm, tabi şehirde yaşayan bir kaç arkadaşımın da olması beni diğer turistlere göre daha şanslı kıldı. 2 girişimimde de başarısız olduğum Calanque'a gitme sevdamı bu yaza erteledim... Sizde mutlaka gidin görün...
Yazın püfür püfür esen havasıyla sıcaklığını hissetirmemesi ayrı bir avantaj...Çıtır çıtır ekmekleri, muhteşem çilekli tartları ve sufleleri, peynirleri, şarapları aklıma geldikçe yutkunmakta olduğum bir karanlık şehir Marsilya...Her gidişinizde yeni bir şeyler keşfedebileceğiniz...
Biz İstanbullular için öyle çok da güvensiz değil. Suça aşinayız ne de olsa...